Babayamektup kitabında Kafka'nın çoçukluğuna iniyoruz. Çoçuklara karşı gösterilmeyen güler yüz, sürekli memnuniyetsizlik, sevgisizlik ve bunun sonuçları işlenmiş. Böyle bir katılığa maruz kalan çoçukların büyüdükleri zaman bile nasıl derin yaraları olduğuna şahit oluyoruz. Kafka'nın babasına yazdığı bu
Cevap: biyografi hakkında kısa örnekler. Desert Rose. BİYOGRAFI/HAYAT HİKAYESİ. Bir kişinin hayatının anlatıldığı yazılara byografi denir. Biyografilerde amaç o kişiyi tüm yönleriyle (hayatı, eserleri, kişiliği, görüşleri vs.) tanıtmaktır. Biyografi; açık, sade bir dille, anlatılan kişinin devrini, çevresini
Birzaman sonra bana Almanya'da büyük bir beyin hastalıkları merkezinden bir mektup geldi. Mektupta özetle şunlar yazılıydı: "Şu tarihte, daha önce sizin tarafınızdan iki kez görülen bir hasta merke zimize başvurdu, haftalarca aşağıda yazılı tetkikler yapıldı ve sonun da şu teşhisle kendisine şu ilacı tavsiye ettik.
Sanırım aldığım en doğru kararlardan biriydi. Kucağıma aldım ve bir daha bırakmadım, tüm ilaçlarını kucağımda aldı, 5 ay boyunca emzirdim. 5 ayrı anne ve 5 ayrı hasta çocukla odamızı paylaştık. Yatağımızı ve mini konidinimizi evimiz yaptık, rengarenk çarşaflar, oyuncaklarla süsledik.
Mektupve e-postaların tümü ya bir selam ya saygı ya da hasret ifade eden cümleler ile tamamlanır. Edebî ve özel mektuplarda içtenliği, dostluğu anlatan bir selam veya yazdığının cevabını bekleyen bir söz kullanılır. Resmî mektuplarda ise selam bölümü, yazanın konumuna göre şekillenir. 3. DÜNYA EDEBİYATINDA MEKTUP 3.1.
AfSQOk. Answer 1 Yaşamımızda çok sıradanmış gibi görünüp, bir o kadar da "vazgeçilmez" olan ne kadar çok şey var değil mi? İçtiğimiz su, yediğimiz ekmek, soluduğumuz hava, çeşitli bakteriler ve daha neler neler... Tuz da bu "vazgeçilmezlerden" sadece biri. Tuzun faydalarını anlatmayacağız... Hepimiz öyle ya da böyle bunu biliyoruz. Biz, tuzun yağmurla başlayıp, soframıza-yemeklerimize gelinceye kadarki hikayesini anlatacağız. Yağmurla başlayan bu yolculuk, toprağa çöken yağmur suyunun, farklı kayaç ve toprak tabakalarına karışarak belli maddeleri çözmesi, özellikle tabakalarda var olan tuz ve kireci beraberinde götürmesi ile başlar. Buralarda iyice biriken yağmur suyu akarsu yataklarına, derelere, ırmaklara ve en sonunda da denizlere akar. Suyun bu yolculuğu sırasında nehrin tabanı; sodyum tuz, kalsiyum veya alüminyumdan arınır ve bunlar tıpkı yürüyen bantta taşınır gibi denize akarlar. Ama denizdeki tuz oranının belirlenmesinde, nehirler dışında yanardağlar da büyük oranda etkilidir. Okyanusların diplerinden fışkıran sıvı lavlar, deniz suyuyla etkileşime girer ve tuzlar çözülür. Denizlerdeki tuz oranı Deniz diplerine, yoğun tuz içerikli suyla birlikte tortul maddeler de çöker. Deniz suyundaki ortalama tuz oranı yüzde 3,5'tur. Bir litre deniz suyu buharlaştırıldığında, yaklaşık olarak 35 gram çözülmüş mineral tuz elde edilir. Bunun büyük bir kısmı, bildik yemeklik tuzdur ve aşağı yukarı üç yemek kaşığına eşittir. Tuz oranı buharlaşmanın yoğun yaşandığı denizlerde daha fazladır. Tüm okyanuslardaki toplam tuz oranı o kadar çoktur ki, dünyadaki karalar üzerinde 150 metre kalınlığında tuz tabakası meydana getirebilir. Deniz tuzu elde etmek için kıyılarda oluşturulan küçük yapay göller, bilinçli olarak kurutulur. Buralarda kurutulan suyla birlikte tuz kristalleşir, tuz denizleri ve kupkuru tuz çölleri oluşur. Bu tuz birikimlerinden milyonlarca yıl içinde kilometre kalınlığında kayalar oluşur. Burda kuruyan tuzlar toplanmaya hazırdır. Kaya tuzu dediğimiz tuz işte bu tür tuz kayalarından elde edilir.
Tuğçe Acaröz Oğuz’un “Çocuğunuzu Anlamak” kitabının tanıtımını gördüğüm zaman hemen bir kitapçıdan kitaba bakmaya karar verdim. Biraz inceleyince, hemen eve gelip okumaya başladım. İçerisinde 2 yaş dönemiyle başlayan ve her çocuklu ailenin karşılaşacağı sorunlar, durumlar güzel belirlenmiş ve çok güzel anlatılmış. Her bölüm sonunda bir ailenin o konuyla ilgili yaşadıklarını anlattığı yer ise güzel bir durum analizi olmuş. Ben de hemen Tuğçe Hanım ile konuşup blogum için bir röportaj yapmak istedim, o da beni kırmadan içtenlikle sorularımı cevapladı. 1. Merhaba öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? Merhaba, Ben Tuğçe Acaröz Oğuz, 1979 yılında İstanbul’da dünyaya geldim ve eğitim hayatımın tamamını İstanbul’da tamamladım. Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi mezunuyum ve Çocuk Gelişimi Uzmanıyım. 13 senedir eğitimin ve çocukların içinde yer almaktayım. Son görevim, çocuk gelişimi bölümünde meslek liselerinde öğretmen adayı yetiştirmek. Eğitimin her kademesinde yer almış olmayı bir şans olarak görüyorum. Çocuk gelişimi dışında yaratıcı drama, montessori, Orff, fotograf, satranç, tiyatro gibi konularla da ilgilenmekteyim. 2. Kitabınızda bütün annelerin merak ettiği, endişelendikleri konuları bir araya getirmişsiniz. Bu konuları belirlerken nelere dikkat ettiniz? Kitabımda çocuklarımızı büyütürken her ebeveynin az/çok yaşadığı konulara/sorunlara yer vermeye çalıştım. Çalıştım diyorum çünkü konuların tamamı elbette kitaba sığmazdı. Konu seçiminde özen gösterdiğim nokta, gerçek hayattan olmaları ve gerçekten her evin içinde az ya da çok ebeveyni meşgul etmesiydi. Zaten ikinci kitap için de birinciye sığmayan konuları ele almayı düşünüyorum. 3. Sizin de 22 aylık bir kızınız var. Kızınıza çalışan bir anne olarak nasıl zaman ayırıyorsunuz? Beraber neler yapıyorsunuz? Çocuğumun ilk tepkilerinde , ilk beslenmesinde, ilk adımlarında yanında olmayı çok arzu ettim ve bu nedenle bu süreyi çalışmayarak geçirdim. Bunun Öykü ile bana pek çok olumlu katkısı olduğu gibi, fazla bir arada olmaktan kaynaklı olumsuz etkileri de oldu tabii. Önemli olanın bize dair özel durumlar yaratmak olduğuna inanıyorum. Birlikte sabah yüzümüzü yıkamak da, evdeki çiçekleri sulamak da buna dahil. Ben sosyal yaşamımdan, arkadaş ilişkilerimden ve anne olmadan önceki hayatımdan çok fazla ödün vermeden Öykü’yü de mümkün olduğunca adapte etmeye çalışarak büyütüyorum. Uykusu, beslenmesi gibi önemli noktalar dışında, 2 aylıktan beri arabadadır ve benimle her türlü aktiviteye katılabilir. Bu nedenle onunla her şeyi yapıyoruz diyebilirim. 4. Kızınızda da 2 yaş sendromu başlamıştır herhalde. 2 yaş sendromu konusunda kitabınızda “Büyüme atağı” tanımını yapıyorsunuz. Bu çok hoşuma gitmişti. Biraz açıklar mısınız? Evet Öykü’de 18 aydan itibaren yavaş yavaş farklı davranışlar gözlemleye başladık. Ben çocukların yaklaşık 18 – 36 ay arası yaşadıkları bu süreci ’ 2 yaş sendromu’’ olarak tanımlamayı çok sevmiyorum. Bu zaman aralığını tanımlamak için kullanılmasının dışında fazla bir anlam yüklenmesini ve çocukları fazlasıyla kalıplara sokan ve aileleri geren tavırlarla yaklaşılmasını doğru bulmuyorum. Bu bir dönemdir, bizler için çok önemli olmasa da çocuklar için çok önemli bir süreçtir. İlk kez artık birey olduklarını fark ettikleri ve bizim de fark etmemiz için çaba gösterdikleri bir dönemdir. Onların kabul görme çabası bizim cephemizde ’inat’’,’’sinirlilik’’ gibi adlandırılsa da, çocukların derdi aslında biz değiliz kendileri, kendi istekleri ve ihtiyaçları. Bu nedenle çocukların tüm karşı gelme davranışlarını kendi iktidarımıza saldırı gibi algılamamamız gerektiğini düşünüyorum. 5. Çoğu anne baba çalışıyor ve çocuklarına vakit ayıramamaktan yakınıyorlar. Çocuklarla kaliteli zaman geçirmek nedir? Neler önerirsiniz? Çocuk için miktar ve zaman çok geç oturan kavramlardır. Çocuk için çoğunlukla sürenin pek belirleyiciliği yoktur. Çocuk için ailesiyle olmak, anne ve babasıyla birlikte olmak çok önemlidir. Birlikte olduğunuz her anı keyifli bir sürece dönüştürmek ise ailenin çabasına bağlı. Annenin çok işi olabilir ve mutfaktan çıkamıyordur. Bu durumda bezelyeleri birlikte ayıklamak, ayıklarken şarkı söylemek ve hatta minik bir kaşık ve tencere ile onun da kendi bezelyesini pişirmesini sağlamak hem çocuğa hem de anneye iyi gelecektir. Alışveriş merkezi koridorlarında mağaza vitrinlerini gezmek zaman geçirmek olabilir ama çocukla kaliteli zaman geçirmek olarak kabul edilemez. Bunu belirleyen kriterin ne olduğunu bilirsek daha kolay uygulayabiliriz. Bunların için de akşam yatmadan önce gün içinde birlikte yaptığınız ve üzerine sohbet edilebilecek, gülünebilecek, konuşabilecek her şey olabilir. Yeter ki çocuk-ebeveyn için anlamlı bir yaşantı haline gelsin. 6. Çocukların cinselliği keşfetmeleri ne zaman başlar? Biz o zaman nasıl davranmalıyız, neler demeliyiz?Her çocuğun geçeceği aşamalardan biri cinsel kimliğin keşfidir. Ancak her çocuk bu aşamaları aynı zamanlamada geçmeyebilir. 3 yaşından sonra genellikle fark edilen cinsel kimlik farklılığı 4 yaşından itibaren sorularla gelmeye başlar. Soruların gelme sıklığı, zamanı ve detayı çocuğa, ailenin yapısına ve konuya yaklaşımına göre değişkenlik gösterir. Doğru ve sade bilgi bu konudaki ilk kriterlerimiz olacaktır. Yemek tariflerindeki gibi ’aldığı kadar un’’ burada ’sorduğu kadar cevap’’ olarak yer değiştirir. Bilmek istediğinden azını verirseniz merak devam eder, fazlasını verirseniz kafası karışır ve merak artar. Dolayısıyla sakin, tutarlı ve sade cevaplarla yanıtlamak gereklidir. Vajina ve penis de kolumuz, bacağımız kadar vücudumuzun bir parçası ve organımızdır. Abartılı anlamlar yüklemek çocuğun da ilerde kendi cinsel organına abartılı bir şekilde yaklaşmasına neden olabilir. 7. En son olarak anne babalara neler söylemek istersiniz? Anne baba olmak dünyanın en zor ve uzun soluklu görevlerinden biri. Bu nedenle bu uzun yolculukta yanımızda her zaman en güvendiğimiz yol arkadaşlarımızın olmasına özen göstermeliyiz. Bunlar başta sevgimiz, sabrımız ve vicdanımız. Çocuğumuz yetişkinliğe uzanan büyüme yolunda bize her zaman ihtiyaç duyacaktır. Ancak, bize duyacağı ihtiyaç onu çekiştirmemiz ya da itmemiz değil, yanında yakınında olduğumuzu hissettirmemizdir. Bu nedenle çocuklarımıza kendilerine zarar vermeyecekleri ancak tek başlarına yürüyebilecekleri özgür alanlar bırakmaya dikkat etmeliyiz. Mükemmel olmak için uğraş vermek yerine mutlu olmak için çaba göstermeliyiz. Kimsenin ne diyeceği ve nasıl değerlendireceği bizim kararlarımızda etkili olmamalıdır. Önemli olan kendi önceliklerimiz ve yaşam beklentimizdir.
Sayın Yazar, Bu mektubu size yazmadan önce çok düşündüm. Bu mektubu gerçekten yazmalı mıydım? Nihayet gereklilik kipinden kurtulup irade kipine geçmeye karar verince okuduğunuz gibi –ya da okuduğunuzu varsaydığım gibi- bu mektubu yazdım yazmaktayım. Öncelikle bir yazar olarak sizin hayranınız olduğumu belirtmeliyim. Aslına bakarsanız sadece bir kitabınızı okudum ve bu kitap yazarlığınıza hayran kalmam için yeterli oldu. Evet, sadece bu kitap dışında bir kitap yazmamış ve yazmayacak olsaydınız ya da diğer kitaplarınızın hepsi belki beş para etmez de olsa sırf bu kitabınızdan ötürü siz büyük bir yazarsınız. Bu düşüncelerimi naçizane iyi bir okur olduğunu düşünen birinin mütevazı bir fikri olarak kabul edin lütfen. Bahsettiğim kitap Levent Ailesi’nin Tarihi adlı romanınızdır. Açık konuşmam gerekirse sizin isminizden çok romanınızın ismiyle karşılaşıyordum okumadan önce. Yine affınıza sığınarak söylemeliyim ki kitabınız hakkında sağdan soldan pek çok övgü duyduğum ve kitapçıların raflarında sıkça karşılaştığım halde bu kitabı okumaya pek niyetli değildim. Eğer bu yaz aile ziyaretim sırasında elimde başka bir kitap olsaydı; ağabeyim de bu kitabı almış ve sıkılıp okumadan bırakmamış olsaydı yine de okumayacaktım mükemmel romanınızı. Evet, sayın bayım bu hitap tarzını hep kullanmak istemişimdir bütün bu koşullar bir araya gelmeseydi şaheserinizi okumamış olacaktım. Belki hiç merak etmiyorsunuz ama kitabınızı okumaya neden hiç niyetim olmadığının sebeplerini belirtmek istiyorum, ne de olsa istek kipindeyim şu anda. Doğrusu alış veriş listesi gibi pratik işlevi olan bir takım küçük notlar dışında yazı yazmanın ahlaki olarak yanlış olduğu kanaatindeyim. Bu kanaatimin nedenlerini açıklamayı şimdilik bir kenara bırakıyorum ama söylemek isterim ki yazarlığınıza hayran olsam da yazmanın olmamışlığın’ bir tezahürü olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncemin temellendirmesini de yine şimdilik bir kenara bırakıyorum çünkü bu meseleye girmek bu anlamsız mektubun gereğinden fazla uzamasına sebep olacaktır. Zaten elime kağıt kalem aldım mı sözü dallandırıp budaklandırıp uzatmak gibi kötü bir huyum var maalesef ki bir parantezin içine bunca şey yazmamdan siz de görüyorsunuzdur bu durumu. Öncelikle bir okur olarak tercihini şiirden yana koymuş biriyim; yani ben bir şiir okuruyum ve elime geçmedikçe diğer türlerden uzak durmaya çalışırım. İkincileyin romanınızın ismi hep itici gelmiştir bana Levent Ailesi’nin Tarihi. Bu isim bir romandan çok bir tarih kitabını çağrıştırıyor; üstelik de adı sanı bilinmeyen bir aileyle ilgili bir tarih kitabını. Bu yüzden bir tarihi romanı hem de hiç duymadığım bir aileye dair bir tarih romanını neden okuyayım diye düşünürdüm hep. Bir de kitabın tuğla gibi kalın görüntüsü iyice soğuturdu beni kendinden. Sonuç olarak dediğim gibi bir şekilde elime geçmişse de kitabınızı okumaya başlarken oldukça isteksizdim. Kitabınızın bana uzun ve sıkıcı dakikalara malolacağını düşünmüştüm. Bir kere başladıktan sonra bırakamayacaktım da çünkü okumaya başladığım bir kitabı ne kadar kötü bulsam da bitirmek gibi kötü bir huya sahibimdir. Ne ki 50-60 sayfa okuduktan sonra romanınız beni kendine bağlayıverdi. Levent ailesinin yüz yıla yakın süren hikayesinde ilgimi çeken hemen hemen bütün aile fertlerinin kendi tutkularının peşinde kendi içlerine doğru yol alarak diğer aile fertlerinden uzaklaşmaları ve dolayısıyla onları umursamamasıydı. Burada tutkunun peşinde kendi içine doğru yol almak kesinlikle bir içe kapanış değildi. Bu daha çok insanın kendi ruhunun derinliklerindeki dehlizlerde yol alırken çılgınca eylemlere sürüklenmesi şeklinde cereyan eden bir durumdu. Bu eylemler de çarpıcı ve sıra dışı olaylara yol açıyordu Cinnet, cinayet, cinsel ilişki, delilik, yolculuk vb. Şu anda size sizin romanınızı yorumladığım için ukalalık yaptığımı düşünmezsiniz umarım. Belki siz kendi romanınızın bu biçimde okunabileceğinizi düşünmemiş de olabilirsiniz küçük bir ihtimal de olsa. Her neyse işte Levent ailesinin fertlerinin mekansal olarak bu denli birbirine yakın ki aynı evde yaşadılar bütün tarihleri boyunca ama ruhsal olarak bu denli uzak oluşları bana kendi ailemi hatırlattı ister istemez. Hatta anlatınız daha da ileriye –ya da geriye- giderek İbrahimi dinlere göre insanlığın ilk ailesi olan Adem ile Havva ve çocuklarını hatırlattı bana. Adem ve Havva’ya erkeklik-kadınlık bilincini ve bu bilinçle beraber cinsiyetlerin tutkularını getiren de önce Havva’nın sonra da Adem’in yasak meyve tutkusu olmamış mıydı? Bu belki fazla metaforik bir benzetme oldu ama Kabil ve Habil hikayesi tutku konusunda daha açık bir örnek olur sanırım. Kabil’i Habil’i öldürerek sonsuz bir yalnızlığa iten de Tanrı’nın yarattığı kıskançlık değil miydi ki kıskançlık belki de tutkuların en güçlüsüdür. Kabil büyük bir kıskançlıkla Habil’i öldürmüş ve gömmemişti. Sonra benim gibi bir karga akıl etmişti Habil’in cesedini gömmeyi. Sonra yerin altından Habil’in sesini duyan Tanrı Kabil’e sormuştu kardeşi nerede diye ki “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” diye soruya soruyla cevap vermişti Kabil. Mesele göre yeryüzündeki ilk kardeş söylüyordu bunu; kardeşlerin ilk örneği. Bir bakıma haklıydı da kimse kimsenin bekçiliğini yapamıyor bu dünyada. İnsanların kardeş olduğu fikri daha en başından yalanlanmış Kabil tarafından. Ama yalnız azizler, yalnız azizler’ insanlık ve kardeşlik fikrine feda ederler kendilerini. Kabil kardeş öldürmenin; azizler ise kardeş için kendini öldürmenin temsilcileridir bu yeryüzünde. Oysa modern dünyanın kurtçuk sürüsünde pek az çıkar Kabil de Azizler de. Çünkü insanın insana yakınlık duymasını gerektirir her iki eylem de. Kabil öldürebilecek kadar yoğun hislere sahipti biricik kardeşine karşı. Onunki bir çıkar cinayeti değil tutku cinayetiydi. Tutku dolu bir kıskançlığın tek nesnesi olmaktı Habil’in şanssızlığı. Kabil’i kınayanların unuttuğu nokta onun kardeşini kimden kıskandığıdır. Kabil meseldeki en yüce varlıktan, Tanrı’dan kıskanmıştır kardeşini. Bu durumdur ki onun kardeş katlini azizlerin kendilerini insan kardeşlerine feda edişi kadar kutsal kılar bir bakıma. Oysa modern dünyada kim onlar kadar yakın hissedebilir kendini öldürecek veya ölecek kadar insan kardeşlerine’. Bu arada söylemek gerek ki bütün insanlar’ insanlık’la aynı anlama gelmez. Çünkü insanlık sadece şimdi yaşayanları değil bütün ölmüşleri ve gelecekte yaşayıp ölecekleri de kapsayan bir kavramdır. Romanınızın sevdiğim yanlarından biri de buydu işte. Yaşayanlardan çok ailenin ölmüşlerinin hayaletleri vardı Levent ailesinin tarihi konağında. Romanınızın bu yanını sevdim, çünkü inanır mısınız bundan yaklaşık on yıl önce ben de öldüm. Bir şehirde yenildim ve öldüm ama intihar edecek cesareti bulamadım. Yenilmek kaybetmek gibi değildir. Bir kere yenildikten sonra kaç zafer elde ederseniz edin silemezsiniz yenilgiyi. O yenilgi, o onursuzluk, o korkaklık ve o kendine dönük nefret hep duraduracaktır yerinde. Ruh bir kez ölür ve dirilmez yeniden. İşte ben de fazladan bir on yıldır sürüklüyorum ruhu ölmüş bir bedeni gün be gün; tıpkı içine bakılsa boş olduğu görülecek bir kaplumbağa kabuğu gibi. Bu yüzden hiçbir amacım yok bu hayatta. İçine sıkıştığım bir şimdim var sadece Sisifos gibi. Benimle ilgili planlar kuranları hayal kırıklığına uğratıyorum sürekli. Levent ailesinin evinde gezinen başıboş bir hayalet gibiyim sanki. Evet, sayın yazar epeyce uzattığım bu mektuba son verirken size birkaç –aslında bir- soru sormak istiyorum. Bu romanı gerçekte neden yazdınız? Görünüyor ki siz bir sürü insanın derinliklerine inebilen büyük bir ruh sarrafısınız. Bunca çok ruhu avucunun içi gibi bilen bir adam neden bilgeliğini başkalarıyla paylaşmak ister, bunu anlayamıyorum. Bütün bu bilgeliğinizi kendinize saklamak varken neden başkalarıyla paylaşma ihtiyacı hissettiniz? Bunu soruyorum, çünkü sizin gibi bir ruh simsarının ulu bir ruhu olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de sırf egonuzu tatmin etmek için; para kazanmak ya da başka buna benzer bir şey için yazmış olduğunuzu düşünemiyorum. Ne olur cevap verin bana büyük yazar! Bu şaheseri neden yazdınız? Yoksa bunun cevabı sadece yazar olmanızda mı gizli? Ya da yazmadan duramadınız mı? Veya siz de benim gibi istedim ve yazdım’ mı diyeceksiniz? Bu sorunun cevabını gerçekten merak ediyorum sayın yazar. Lütfedip cevap verirseniz beni büyük bir meraktan kurtarırsınız. Saygılarımla Ölü Bir Okur adem ve havvaBarış KahramanBir Yazara Mektupdusunmek yazmadan oncehabil ve kabil metaforuibtahimi dinlerÖlü Bir OkurÖlü Bir yazarozel sozleryazmadan once dusunmek
çocuğunuzu anlatan bir mektup yazar mısınız